AileAile İçi İletişim

Az Konuş Çok Dinle

Peygamber mirası dinlemek...

Anlamı yoğun, derinliği bizi sarsacak hakikatleri, uzun cümlelerle ifade etmeye çalışırken ortalığı birden pazar alanına çevirebiliyoruz.

Az Konuş Çok Dinle

Hani pazarda tanesi 1 liraya kıyafetler olur, yüzlerce… Bazı parçalar gerçekten güzel olsa da tezgâhta öyle bir karmaşa ve hengâme vardır ki baktıklarımız bizi yormaktan başka bir işe yaramaz. Yorgunluğumuz, elimize aldığımız parçadan daha büyükken alışverişin kârlı olduğunu söyleyebilir miyiz? Sadece almış olmak, ihtiyacı giderebilir mi? İşte cümlelerimiz içinde kelimelerin böyle kritik bir yanı var. Konuşma sürerken aramızda yitip kaybolabilecek bir şeyler var. Ki o şeyler bize hava gibi, su gibi lazımdır. Azizdir, nimettir. 1 liralık yüzlerce tezgâh arasında faydalı bir parça bulma arzusu ile dönüp dururken az ve öz konuşmakla ilgili hadis-i şerifler gözlerimizin içine uzun uzun bakıyor.

“Allah’a ve ahiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun!” (Buhârî, Edeb, 31.)

“Ey Hafsa! Çok konuşmaktan sakın. Söylenen şey zikrullah olmadıkça kalbi öldürür. Fakat Allah’ı çokça zikret. İşte bu, kalbi diriltir.” (Ali el-Müttakî, no:1896)

“İnsanoğlunun konuşmaları lehine değil, aleyhinedir. Ancak iyiliği emretmek veya kötülükten men etmek için yaptığı konuşmalar bunun dışındadır.” (İbn Mâce, Fiten, 64.)

Kelimelerden bahsedince aklımıza konuşmak, yazmak, esasen muhabbete tabi olmak geliyor. Hâlbuki kaliteli tezgâhların kelimeleri, cevherleri; özünde susmaktan, sükûttan ve dinlemekten yapılmıştır. Dinlemekten, durmaktan, anlamaya çalışmaktan…

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) iletişim metoduna bakınca belirgin bir şekilde hakkıyla dinleme ve muhataba gerçekten kıymet verme aşamaları karşımıza çıkıyor. Sürekli konuşan ikna etmeye çalışan bir peygamber değil de, uzun uzun dinleyen, en sade kelimelerle muhatabın kalbine dokunmayı hedefleyen diyalogları görüyoruz. Bu, bize bir şeyler anlatıyor olabilir mi? Bugün her birimiz anlaşılamamaktan ve bize yapılan şeyleri çoğu zaman anlayamamaktan yakınırken durup dinlemeyi, zanda bulunmadan durumu muhasebe etmeyi unutuyoruz. Böyle böyle kopan nice bağın ucu oradan oraya savrulurken psikologların önündeki kuyruklar giderek uzuyor.

Bir derde veya sevince denk geldiğimiz zaman bizde onun daha üstünü olduğuna dair bir ikna çabamız var, neden? Mesela hanım çocuğum hasta diyor, diğer hanım benim çocukta da aynı hastalık var diye cümleyi bir alıyor, oradan yürüyor, yürüyor ve ortamda bulunan herkesi kendi çocuğunun da çok hasta olduğuna ikna ederek zafer kazandığını hissediyor. Sadece ama sadece susup, gözlerimizi bir çift göze mıhlayıp, yüzümüzde samimi bir tebessümle birbirimizi dinlemek çok ağır geliyor.

Sahneye atılmak konuşmak, konuşmak sonra yine konuşmak istiyoruz. Ta ki küsüp gidene dek. Susmayı küsmek veya vazgeçmek zannediyoruz. Koca koca insanlar ya küsünce ya da umudumuzu kaybedince susuyoruz.

Mahabbat, Türkçe söylenişi ile muhabbet; sevmek demektir. Hubb saf sevgiye denir. “Kaynamak üzere olan suyun üzerinde oluşan kabarcıklara habâb denir. Buna göre mahabbat, susamışlıktan, fazla arzudan kalbin kaynaması taşması, sevilene ulaşmak için çırpınmasıdır.” Bizler muhabbetin yani aslında sevmenin, bu sevgi neticesinde oluşan duyma ve duyulma isteğimizin üzerinde bağırıp duruyoruz. Sürekli anlatmanın veya haklı olmanın ne mutlu olmaya ne mutlu etmeye yetmediğini kabul etmemiz gerekiyor.

İnsanın kalabalıkta doğru olanı bulması her zaman daha zordur. Bizler öz duygulara erişip, bol bol dinleyerek ve önemseyerek, duyarak ve kendimizi duyurarak muhabbet etmenin açlığı içindeyiz. Anne karnından dünyaya ulaştığı ilk andan itibaren bebeğin etrafında bulunan insanlar ağız birliği etmişçesine söyleyeceği ilk kelimeyi beklemenin o efsunlu hâlini yaşarlar. Acaba ne söyleyecek? Henüz anlamlandıramadığı hangi kelimeyi seçecek? Bebek çocuk olup dur durak bilmeden kelimeleri yığmaya başladığında ise bu kez hangi kelimeleri susacak, diye beklemeye başlarlar. Ve insanın değeri neleri söylediğinden çok neleri sustuğunda ortaya çıkar.

Konuşurken de neyi nasıl söylediği celbeder dikkatimizi. Üslup, kaç çorak gönle baharı kondurabilir yahut kaç yazı kışa çevirebilir, deneyimlemişizdir. Konuştuğumuz kadar değil, hissedebildiğimiz ölçüde bir bağ kurarız. Hastalandığımızda yakınımızdaki insanın milyon tane tavsiyede bulunmasından ziyade, sıcak bir çay koyup buradayım, demesi iletişim değil midir?

Bugün kaybettiğimiz şey, kelimeler değil. Aksine o kadar çok söyleyecek sözümüz var ki bunca sözün arasında sıkışmaktan ne konuşmak ne de duymak mümkün oluyor. Giderek uzaklaşan kalpler bu uzaklığı anlamlandıramazken ısrarla taraflar birbirine kızgın ve kırgın.

Konuştukça artan tek şey aramızdaki mesafe olurken başlarda da söylediğimiz gibi galip gelmek mutlu olmaya yetmiyor. O hâlde doğru iletişim teknikleri olarak bir yığın kişisel gelişim kitabında etkileyici konuşmanın on altın kuralı yazıladursun. Biz, peygamber mirası olan ve daima işe yarayan tek maddelik bir altın kural edinelim: Dinlemek

İlgili Makaleler

Bir Cevap Yazın

Başa dön tuşu