Masallarla Büyüyen Çocuklar
Evvelki zamanın behrinde, üç değil beş değil on ayaklı kirpilerin şehrinde.
Karıncalar taş taşır, develer kaş kaşırmış. Serçeler tünel açar, sinekler salla kaçar, yıldızlar toz saçarmış. Dağların üzerine dağ, bağların üzerine bağ kurulurmuş. Öküze saban koşulur, arpanın kabuğu ince ince soyulurmuş. Derelerin yol, yolların göl olduğu o eski vakitlerde şehrin larende kapısından bir yabancı çıkagelmiş…
Böyle başlayan bir metin duyunca hangimiz başımızı o yöne çevirip de bakmayız?
Hangimiz pür dikkat, ardından gelecek rengârenk hayal dünyasına dalmak istemeyiz?
İşte masal böyle bir şeydir; küçük büyük, çoluk çocuk, torun tombalak hep beraber keyifle gezindiğimiz bir hayal âlemi. Hele bir de ninelerimiz dedelerimiz tarafından anlatılıyorsa bu masallar, değmeyin keyfimize. Sımsıcak sobanın başında, belki bir minderin üzeri, belki de nakışlı bir heybenin yanında başlar bu macera. Vakitlerden akşamsa şayet, isli bir gaz lambasının yamacında, titreyen alevin gölgesinde can bulur hayallerimiz. Yok, gündüz vakti bir masala denk geldiysek eğer; bazen ulu bir ağaç dibi, bazen apak bulutların üzeri, bazen karanlık bir mağara, bazen ıssız bir orman bize çatı olabilir.
Elbette öğretici tarafı da yadsınamaz masalların. İyiyi, doğruyu, güzeli, çirkini, merhameti, sevmeyi, sevilmeyi… Hayatımızın içerisinde geçen tüm duygulara yer vardır masallarda. Çocuk, bu sayede kazanmayı da öğrenir kaybetmeyi de. İyiliğe iyilikle karşılık vermeyi, aman dileyenin yardımına koşmayı, kimsenin çözemediği düğümleri çözmeyi…
Keloğlan
Nasıl da azimle mücadele eder mesela Keloğlan. Nice devleri dize getirir, nice sultanlardan hediyeler alır, nice dağları aşar da düzlüğe varır. Hep de mutlu sonla biter bu maceralar. Geleceğe dair, iyi kalplilerin her zaman kazanacağına dair umut aşılar çocuklarımızın dimağına. Tembel, hayırsız bir evlat gibi başlar Keloğlan bu maceralara. Öyle kaygısız, öyle umursamazdır ki bazen başındaki sineği bile kovalamaya mecali yoktur. Yan gelip yatmak ister hep. Çalışmak, yorulmak, sorumluluk almak ona göre değildir hiç. Dişlerinin arasına sıkıştırdığı ot dalıyla oyalana oyalana söğüt gölgesinde dinlenmektir tek gayesi. Bir türlü uykuya doymaz. Sopasının ucuna geçirdiği bohçasında bir kuru ekmek, belki bir de peynir. O kadar! Fazlasında gözü yoktur çünkü. Ne taş atayım ne de kolum yorulsun anlayışıyla varır gelir ormana. Günlerini böyle böyle geçirir gider. Ama masalın sonunda mutlaka emeğini koyar ortaya, ilk anasına koşar, ilk onun, güzel anacığının yüzünü güldürür. Masalın sonunda hep şu cümleyi kurdurur bize; nerde o tembel Keloğlan, nerede bu iş bitirici, kararlı, çözüm üretici çocuk! İşte burada masalın gücü devreye girer.
Velhasıl kelam, Keloğlan masalları ile büyüyen çocuklar azmi öğrenir, dürüstlüğü, şefkati, iyi niyetli olmayı öğrenir. Sevgiyi, sevdiğinin uğruna insanların ne tür zorluklarla mücadele edebileceğini ve bu zorlukların üstesinden nasıl gelebileceğini de öğrenir. Hiç pes etmeyen bir kahraman karşısında, masalı dinleyen çocuk da kendisini güçlü hissedecektir. Kendisini onun yerine koyacak, devlerle savaşacaktır. “Eşeğimin yok palanı” derken şarkının içinde geçen palan kelimesini merak edecektir mesela. Sormayı, araştırmayı öğrenecektir bu sayede. Palancılık mesleğinin olduğunu, palancıların, bir semer için ne kadar emek harcadıklarını anlayacaktır. Kelime dağarcığı zenginleşecek, hayal dünyası renkten renge girecektir. Bununla birlikte, kültürel motiflerimize bolca yer veren masallarımız, yeni nesillere geçmişten gelen bir esintiyle atalarımızın yaşantıları ve bakış açıları hakkında bir fikir oluşturacaktır.
Geçmişini bilen, geleceğe daha sıkı sarılacaktır; umutla, hevesle, güçle…
Tasa Kuşu
Karamsar bir kız ve anasının hayatını anlatan “Tasa Kuşu” masalı, başlığıyla bile öğreticilik ilkesine hizmet eder. Tasanın ne anlama geldiği, tasalı insanların nasıl davrandığı ve bu duygunun nelere sebep olduğu ile ilgili mükemmel bir çıkarım sunar bizlere.
Bu masalı dinleyen büyük küçük herkes için sebepsiz yere kaygılanan insanların mutsuz olacağı sonucuna varmak elbette ki zor değildir. Boş endişelerle günleri kendisine ve ihtiyar anasına zehir eden Sülün Kız, “Ya dağımızı sel alırsa, ya bağımızı yel alırsa.” diye diye feveran eder. İhtiyar anasının ona verdiği cevap ibretliktir: “Yapma kızım, etme kızım! Yağmur yağmadan sele gitme kızım. Ağzını hayra aç ki hayır gelsin işine. Yoksa böyle ağrımayan başa yağlık bağlarsan başını dertten kurtaramazsın sonra.” Sülün Kız, ihtiyar anasının sözlerine hiç kulak asmaz. Yersiz kaygıları ardı ardına uzanır gider ve bir gün korktuğu başına gelir. Eee ne demiş büyüklerimiz; korktuğu kora basarmış insan. Anasının sözüne gelir gelmesine ama çok geç kalmıştır. Başına hiç beklenmedik zarar ziyan açmıştır. O güzel nasihatlerin kıymetini bilemediği için kendisine kızar, pişman olur, dizlerini döver.
İnsanların yaptıkları davranışlardan dolayı pişmanlık duymaları elbette ki normaldir. Her hatanın bir telafisi vardır. Her yolun bir dönüşü, her yokuşun bir inişi olduğu gibi. Bunun böyle olduğunu ve hayatın bu tarz dengeler üzerine kurulduğunu masal dinleyen, masalla büyüyen tüm çocuklar
bilir.
Hiçbir zaman kusursuz insan modeli çizmez masallar. Herkesin bir kusuru vardır, herkes hata yapar, herkes günün birinde yaptığı davranıştan dolayı pişmanlık duyar. İşte bunlar insana ait duygulardır. Ve insan bu duygularla baş etmeyi, telafide gecikmemeyi, yol yakınken vazgeçmeyi, zararın neresinden döneceğini en iyi masallardan öğrenir.
Masalla büyüyen her çocuk bilir; kötü olan elbet bir gün iyiliği bulur. Kendini çirkin gören, günün sonunda güzel bir yönünü mutlaka keşfeder. Fakir zenginleşebilir, zenginse bir lokma ekmeğe muhtaç kalabilir. Uzaklar yakına döner, ummadığın bir anda en büyük dileğin kapının önüne iner. Analar hep haklıdır, ataların nasihati cümlelerinin ardında saklıdır. Seven sevdiğine kavuşur, kavuşamazsa da mutlaka bir hayır vardır.
Nice devler, nice ejderhalar sevginin önünde diz çöker. Diz çökmezse de arkasına bakmadan kaçar gider. Pişman olana bir şans daha verilir. Misafirin altına minder, üstüne yorgan serilir. El aman dileyene kapılar sonuna kadar açılır. Kalbi has olanın başından aşağıya altınlar saçılır. Böyledir masallar; büyüğe büyük, küçüğe küçük dersler çıkarma fırsatı verir. İsteyen, istediği karakterin yerine koyar kendini. Bazen masalın sonunu beğenmez de başkaca bir son yazıverir. “Ben olsaydım” diye başlayan bir cümle çok mühimdir. Bunu söyleyen çocuk, çoktan masalın içine girmiştir bile. Kendisini bir
kahramanın yerine koymuş, öylece bekliyordur; kendi masalını kendisi yazmak için.
Ala Geyik
Ziya Gökalp’in “Ala Geyik” adlı şiiri ile giriş yapılan bir masal, çocuklarda nasıl da merak uyandırır bir düşünün. Okuyanın sesine katacağı ahenkle daha da ilgi çekici hâle gelen sözler, tüm dinleyenlerin ilgi ve alakasını cezbedecektir. Ardı ardına gelen kafiyeler, masal diyarının gümüşten kapısının asma kilidini usulca açacak, yine aynı yavaşlıkla kanatları ahestece aralayacak, çıkan gıcırtı ile uyuyanları uyandıracaktır;
“Çocuktum, ufacıktım.
Top oynadım, acıktım.
Buldum yerde bir erik,
kaptı bir Ala Geyik.
Geyik kaçtı ormana, bindim bir ak
doğana. Doğan, yolu şaşırdı.
Kaf Dağı’ndan aşırdı…”
Dinleyenleri diyardan diyara götüren bu muhteşem şiirle masallara başlamak hoş bir enstantane olacaktır. Aşılmaz dağlardan, uçsuz bucaksız çöllerden, altın kaplama köşklerden, birbirinden iri devlerden ve nicelerinden bahseden şiir, bizleri gidemediğimiz ülkelere, ulaşamadığımız gölgelere ve hatta hayalini bile kuramadığımız renklere salacaktır.
Arslan’ın Verdiği Ders
Arslan, kurt ve tilkinin rekabetini anlatan, hırsın ve aç gözlülüğün kişiyi nice felaketlere sürükleyeceğini vurgulayan “Arslan’ın Verdiği Ders” adlı masal, ancak ve ancak sayfalar dolusu bir metinde verilebilecek nasihatleri bize ustaca özetler. Kurnazlık yapan tilki, açgözlülüğüne yenik düşen kurt, iyi niyetinin kurbanı olan inek ve adaleti sağladığını düşünen arslan. Duyguları simgeleyen hayvanlar, masallarımızın ve masalla büyüyen çocuklarımızın vazgeçilmez birer kahramanı olmuştur bu noktada.
Eflatun Cem Güney’in bizlerle buluşturduğu bu masal, yüzyıllar öncesinden kopup da gelen hayat tecrübelerinin bir çeşit sözlü ve yazılı aktarımıdır aslında. Nesilden nesile, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya yayılan bu kültürel aktarım insanlık tarihinin en zengin kaynaklarından birisi olagelmiştir. Bu zenginliği fark etmek, beslemek, korumak ve devam ettirmek şüphesiz ki gelecek kuşaklara bırakabileceğimiz fevkalade bir mirastır. Bu miras, örf ve âdetlerimizden tutun da canlı cansız tüm nesnelerin varlığı hakkında fikir sahibi olmamızı sağlayacaktır. Neden sonuç ilişkisi kurabilen, bakış açısını doğru yöne odaklayabilen ve çıkarımlarında kendine pay ayıran okur kitlesi, kendinden sonrakilere de ışık olacaktır. Arslan’ın verdiği ders masalını dinleyerek ya da okuyarak büyüyen nesil, fazla tamahın kötü bir duygu durumu olduğunu, kurnazlık yapayım derken elindekini de kaybetme ihtimalini, gücüne gereğinden çok güvenirken ummadığı bir sona maruz kalabileceğini ve daha sayısız mesajı almakta, özümsemekte ve analiz etmekte zorlanmayacaktır.
Adalet duygusunu en kolay ve en net bir şekilde ancak masallarla verebiliriz, bu, kabul görmüş bir gerçektir. Hedef kitlemizin yaş ve gelişim seviyesini göz önünde bulundurmak şartı ile pedagojik açıdan uygunluk derecesine bakarak ya da kabul edilebilir duruma getirerek mutsuz sonlar konusunu da konuşabilmek, masalların hakkını vermek olacaktır. Biliriz ki masalın sonunda herkes hak ettiği davranışa maruz kalır.
Ne gece ne gündüz ne de kuşluk dedik.
Yazdık, konuştuk, bir de söyledik.
Üçün beşin on beşin hesabını etmedik.
Dereler, tepeler, takla atan pireler geçtik.
Bir koştuk, iki durduk.
Anlatanı da dinleyeni de iyi yorduk.
Sayın ki bu sefer muradımıza erebildik.
Tam bir arpa boyu yolu nihayet gidebildik.
Gökten düşen üç elmayı ustaca kaptık.
Birini çalana, birini söyleyene, birini de dinleyene attık…