ÇocuklarHikayeler

Taş Ve Sarmaşık Hikayesi

Kalbe Dokunan Hikayeler...

Taş Ve Sarmaşık Hikayesi

Günün ilk ışıklarıyla birlikte âleme yayılan toprak kokusu kadar kadim bir hikâyenin içinde buldu taş kendini. Yenilenmeyi bir türlü beceremeyen bünyesi zamana yenik düşmeyi seçti. Ne tuhaftır ki eskidikçe kıymeti arttı. Tercihi sadelikten yana olsa da ona yaklaşan herkes bir parçasını alıp şekline debdebe kattı. Kâh ayakkabı iniltisiyle irkildi yerinden kâh balyoz darbesiyle. Onu dövdüler, kırdılar, hırpaladılar mütemadiyen yüksekten attılar. Yer çekimi dedikleri şey hıncını en çok ondan çıkardı. Yuvarlanıp durdu gediğine konulana kadar.

Taş-ve-Sarmaşık-Hikayesi
Taş-ve-Sarmaşık-Hikayesi

Başına ne geldiyse gözler önünde oldu. Daha öncekilere yapılan ona da yapıldı. Karanlıkta ayaklara, gün ışığında ayalara bent oldu. Aşikâr bildiler, mahfuz sırlarını dökemedi kimselere. Sen taşsın deyip içini oydular, daha bir içerlendi. Ne şekil verseler sesini çıkarmadı. Duvarlara dizildi, yerlere döşendi, yeryüzünün en görkemli uçlarında yer tuttu.

Tarihler ötesinden gelen referansında savaştan, soğuktan, selden, hırlıdan hırsızdan kaçanların ona sığındığı yazıyordu. Eşyanın hakikatine nazar edilse en eski makam yine taşın atalarına dayanıyordu; koltuklar, yataklar, kap kacaklar… Üzerine bulaşan esrarlı bilgilerin kuşatmasındaki bağrı kendisine sığınan kimseyi ortada koymadı, yarı yolda da… Kale gibi sağlam olmak dedikleri taşın geçmiş örüntülerine bir övgüydü. Kendinden emindi. Güven veriyor, darbe yiyor, yontuluyor daha bir seviliyordu.

Kayalıktan koparıldığı gün akıbetinin nereye varacağını bilmiyordu. Kimse tam kabullenmeyecek, belki de un ufak olacaktı. Bir an böylesine parçalanmanın kötü bir son olacağını düşündü. Ne yapsa da dağılmasaydı. Herkes gibi en iyi bildiği şeyi yaptı. Sağlam durdu. En çok bu kadarım, dedi. Kuvvetli duruşu sayesinde neyse ki hâlinden anladılar. Değersiz bir nidayla bu parça işi görür deyip diğerlerinin arasına kattılar. Bu sıradanlığı kabullenmesi hayli zor oldu. Ona kalsa başlara taç olacak kıymetteydi.

Mevsimler değişti.

O gün olacaklardan habersiz, kara bulutların hırçın bakışları altında bekliyordu. Ondan öncekilere ne yapıldığı hakkında bir fikri yoktu. İçinde konuşan sesle de hıncahınç savaştaydı. Bir sela sesi duydu ilkin. Yakınlardan geliyordu. Böyle olduğunda önünde dizili duran taşlar eksiliyordu. Etrafına bakındı, sıra kendisine gelmiş olmalıydı. Biraz da korkuyla heyecandan taş kesildi. İçindeki ses ona “Kendine gel anlayacaklar.” diyordu. Artık bu ikazın hiç önemi yoktu. Dünya denilen hanede nihayet ona da bir pay biçilmişti.

İyi bir taş ustasına rastlamak belki de şu hayattaki en büyük şansı olabilirdi. Düşünsene sana biri şekil veriyor ve artık yola öyle devam ediyorsun. Eğriysen eğri, doğruysan doğru, diyor bakanlar. Ustanı kimsenin tanıdığı da yok, olan sana oluyor. Hem şeklini beğenmesen ne olur, biraz daha düzelteyim deseler iyice yok olmaya kadar gider bu. Çok geçmeden taşın yanına, elleri incir ağacının yaprağını andıran, beyaz saçlı, dizleri ihtiyarlığın verdiği çökmeyle bükülmüş bir amca geldi.

Hadi! Gel bakalım.” deyip iki yanından kavradığı gibi kırık taşların olduğu yere götürdü. Önce elindeki çekiçle sağını solunu düzeltip kabasını aldı. Ardından tozlarını temizleyip her yanını sildi. En son elinde demirden bir mil ile çıkageldi. Taşı duvara yaslayıp başladı üzerinde derin oyuklar açmaya. Bir taraftan da “Hepimizin gideceği yer orası.” diye mırıldanıyordu… İhtiyar, taşın üzerine “Hüve’l- bâkī” yazmıştı. Olup biteni henüz fehmedemeden özensiz birkaç dokunuşla hazırlanan taşın, mezarlığa götürülmek için konulduğu el arabasında yolculuğu başlamıştı.

Taşı ihtiyardan teslim alan iki kişi “Kimi kimsesi yokmuş, garibanmış.” dediler. Taş, bu söylenenlerin kendisi için olduğunu düşündü. El arabasının tümsekli yolda alçalıp yükselmesi başını döndürüyordu. Daha fazla bu engebeye direnemeyip gözlerini sıkıca yumdu. O an boşlukta yerini bulamayan bir mana aradı. Bu yolculuk ona, kollarını açan karanlığa doğru hipnoz olmuşçasına koşan dünyayı anımsatıyordu. Hafızasında yer edinmiş böyle bir koşuyu bastırmak istercesine açtı gözlerini. Mezarlığa vardıklarında bütün işlemler bitmiş, defin yapılmıştı. Mezarın baş ucuna da taşı oturttular. Nihayet gediğine konulmuştu.

Etraf çekilince mezarlığa şöyle bir göz gezdirdi. Sırasıyla dizili taşlara baktı ilkin, kim bilir kaç asır ya da kaç yıldır burada bir başına bekliyorlardı. Her eksilmenin başka bir yerde çoğalmak olduğunu ilk kez orada idrak etti. Kabullenilmiş bir sıradanlık ve kupkuru çaresizliğinin acımasız sözleşmesine sıkışıp kalmıştı. Birbirini takip eden gece ve gündüzlerde bir sağa bir sola yaslanan, irili ufaklı gölgelerden ve üzerlerine sinmiş baykuş sesinden başka hiçbir şey yoktu.

Ağzı sıkıca bağlanmış çuvalın içinden çıkmaya çalışan bir kedi çevikliğinde kaçıp gitmek istiyordu. Her denemede bir tırnağını daha kaybediyordu. Teslim oldu. Bir süre sonra diğer mezarları ziyarete gelenler, onun da yanında durup garibandır diye Fatiha okumaya başladılar. Kendine hayrı yoktu lakin başında beklediği kimsesizin en azından yerini belli ediyordu. Varlık ile yokluğun eşiği, gitmek ya da kalmanın son düğümüydü.

Taş boğazına kadar toprak kokusu, tepeden tırnağa adanmışlıktı.

O kış çetin geçti. Gelip giden de olmadı. Malum! Yağmur, kar yağdığında mezarlara su veren olmazdı. O kış da olmadı. Sesleri yutan balçığa her gün bilmem kaç kere dalıp çıkıyordu gözleri. Karnıyla kafası arasındaki saydam köprüden mükerrer kelimeler devşiriyordu. Her birini ayrı mızrağın ucuna takıp uzaklara fırlatacağı vakti kolluyordu umutla. Bu davetkâr bekleyişe “merhaba” dedi bahar yere düşen cemreyle. Ardından kuş cıvıltıları, ılık sabah rüzgârı, gözlerini ovuşturan çimen kokusu kapladı her yanı.

Taş, diğerlerinin yanında duran ağaçların, çiçeklerin ahengine imreniyordu. Yine bir sabah uyanıp iç çekerken mezarın kenarında beliren ürkek yeşil bir yaprak gördü. Çocuk masumiyetinde bir coşku sardı içini. Bu tanımadığı hisle allak bullak olmuştu her şey. Anlam veremediği şekilde bütün duyuları farklı dillerde konuşuyor, anlaşamıyor ama bu uyumsuzluğun gürültüsüyle göneniyordu. Çok geçmeden sarmaşık mezarın çevresini kaplamış ve nihayet sürgünleri taşa ulaşmıştı. Artık onu da sarıp sarmalayan biri vardı. Yalnızlığa attığı bu çalımla toprağa daha bir tutundu.

Kale gibi sağlam olmak dedikleri taşın geçmiş örüntülerine bir övgüydü. Kendinden emindi. Güven veriyor, darbe yiyor, yontuluyor daha bir seviliyordu.

Sarmaşık, iki bahar ötesinde bütün mezarı kaplamış taşı da örtmüştü. Mevsim geçişlerindeki sarı benzi zamanı geldiğinde yeni yapraklarla eski hâline dönüyordu. Bu da taşın her bahar aklını çeliyordu. O gün mezarlıkta babasını ziyarete gelen gence ilişti gözü. Mezarı renkli çiçeklerle süsleyip, sulamıştı. Genç, mezarın etrafını da temizledikten sonra gözlerindeki hüznü bir yana devirip şaşkın bakışlarla taşa doğru yaklaştı.

Nihayet taşın yanına geldiğinde “Gariban işte! Kim bilir ne vakittir bu hâlde..” diye çamurlu elleriyle taşı saran sarmaşığı koparmaya başladı. Hoyratça uzanan elleri ansızın gelen bir vedayı yazıyordu. Taşın ağlamaklı sesini duysa asla bunu yapmazdı. Zaten onlara kalsa taşlar konuşamazdı. Sebepsiz yere dünya yükü azalmıştı taşın. Mezardaki bütün sarmaşıkları temizleyen genç, mezarı sulayıp taşın üzerindeki yazıyı da ovup parlattı. “İşte şimdi oldu!” dedi devleşen sesiyle. Bir şey olduğu yoktu aslında. Sıradanlığı yetmezmiş gibi şimdi de yoldaşından olmuştu.

Yalnız geçen kırk günün ardından bastıran yağmurla iyice kırklandı taş. O gece damlalar, döküm bir kazandan fokurtuyla dökülerek toprağın üzerindeki metal gömleğe katman oluyordu. İçten içe kaynıyor, vuslatta buz kesiyordu. Şimdi gri buharın, siyaha göz kırpmasıyla daha bir gövermişti kimsesizliği. Rengini kaybeden yeryüzü, tütsülenmiş gökyüzünün altında esaretine gülümsüyordu. Üstelik yakaza hâlindeki titrek ve çoğaltılmış bir benzerliğin uğultusu yokluyordu kulakları.

Daha kaç ömürle beslenirdi ki bu esaret. Kaçı daha tadı tuzu olmayan bu emsalsiz eksilmelerin gelgitlerinde hırpalanırdı. O an gelen cesaretle hiç düşünmeden yıktı köprüleri. Karnı ayrı, kafası ayı ağrıyordu. Elleriyle kendini söküp sataşmak istedi bileklerine kadar bulaşan karanlığa. Yapamadı, görevi bu kadardı. Kimsesize ad, hayretle bakanlara ibret olmaktı. Şeffaf bir enkazın altında durdu öyle.

Sabah olduğunda yanı başında beliren o tanıdık sesle yaşadığını bir kez daha hissetti. Sarmaşıkla göz göze geldiklerinde beklemenin verdiği, bakışlarına saplanan o mağrur edayı kovamadı. Sarmaşık ise pes etmemiş olmanın tarafındaydı. Belki ilk ayrılıkta birbirini kaybeden iki yoldaşın kavuşamamak endişesi bağlılıklarını kuvvetli kılacakken, ikinci bir başlangıç her şeyi tersine çevirmiş ikisi de kendini amansız bir güç ispatının içinde bulmuştu.

Neden sonra bir akşamüstü hiç bitmeyecek bir döngüde sarmaşık yeniden doğmaların heybetiyle taşa meydan okurken; taş, baştan sona kalmaların verdiği üstünlükle vefa kavgasında taraf olmanın onurunu kusuyordu. Onların bu yarışla kaybettikleri kadim bir dostluğun tiftiklenen parçalarını saklamak, olup bitene tebessümle şahitlik eden toprağa düşüyordu.

Bütün emanetlerin gölgesi hafızalardan silinene kadar…

Bu yazımızda taş ve sarmaşık hikayesini sizlerle yaplaştık.  Bu hikayeyi beğendiyseniz bir önceki hikayemiz olan Anneye Gülyağı adlı hikayemize de göz atmayı ihmal etmeyin :)

Yoluyla
Nagihan AYDIN - Kalbe Dokunan Hikayeler
Kaynak
Diyanet Aile Dergisi - Şubat 2023

İlgili Makaleler

Bir Cevap Yazın

Başa dön tuşu